Kuşatmayı Kırmak: Doğu Akdeniz’den Afrika Boynuzu’na Uzanan Türk Aksı

Uluslararası siyasette bazı gelişmeler, tekil olaylar olarak okunduğunda anlamını yitirir. Türkiye’de yaşanan bir uçak kazası, Doğu Akdeniz’de art arda gerçekleştirilen askeri tatbikatlar ya da Afrika Boynuzu’nda atılan diplomatik adımlar, ancak birlikte ele alındığında daha geniş bir jeopolitik yeniden yapılanmanın parçası olarak anlaşılabilir.

Son yıllarda Doğu Akdeniz’de şekillenen Yunanistan–İsrail–Güney Kıbrıs eksenli güvenlik iş birliği, yüzeyde enerji güvenliği ve bölgesel istikrar söylemiyle sunulsa da, pratikte Türkiye’nin artan deniz ve hava kapasitesini dengelemeyi amaçlayan bir mimariye dönüşmüş durumda. Yunanistan’ın savunma bütçesini hızla artırması ve İsrail kaynaklı ileri teknoloji sistemlerin bölgeye entegre edilmesi, Ankara’nın yalnızca sınırlarını değil, hareket alanını da sınırlamaya dönük bir yaklaşımı yansıtıyor.

Ancak bu çabaların arka planında çoğu zaman gözden kaçan bir gerçek var: Türkiye artık yalnızca kendi güvenliğini savunan bir aktör değil; bölgesel denklemlerde ağırlığı hissedilen, kararları sonuç üreten bir güç konumuna geldi. Bu durum, Türkiye’yi çevreleyen hatların sertleşmesini açıklayan temel faktörlerden biri.

Afrika Boynuzu bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri. Somaliland’ın uluslararası tanınma ihtimali ve bu süreçte İsrail’in adı etrafında dolaşan diplomatik temaslar, Kızıldeniz’den Doğu Akdeniz’e uzanan ticaret ve güvenlik hattını yeniden şekillendirme potansiyeli taşıyor. Türkiye’nin Somali’de uzun süredir sürdürdüğü askeri eğitim, altyapı ve insani yardım faaliyetleri ise Ankara’yı bu coğrafyada geçici bir misafir değil, kalıcı bir denge unsuru haline getiriyor. Bu varlık, askeri olduğu kadar siyasi ve ahlaki bir meşruiyet de üretiyor.

Türkiye’nin etki alanlarının genişlemesi, kaçınılmaz olarak sorumluluklarını da artırıyor. Etki üretmek, yalnızca güç projeksiyonu değil; kriz yönetimi, arabuluculuk ve istikrar inşası anlamına geliyor. Ankara’nın son yıllarda farklı coğrafyalarda üstlendiği roller, bu dönüşümün pratik yansımaları olarak okunabilir. Türkiye, pek çok bölgesel aktörün aksine, askeri varlığını insani kapasite ve diplomatik süreklilikle birlikte yürütmeye çalışıyor.

Bu genişleyen sorumluluk ağının merkezinde ise Suriye yer alıyor. Türkiye açısından Suriye, artık klasik bir dış politika dosyası olmaktan çıkmış durumda. Milyonlarca sivilin korunması, sınır güvenliği, terörle mücadele ve bölgesel denge arayışı, bu dosyayı çok katmanlı hale getiriyor. Kuzey Suriye’de ABD destekli yapıların varlığı, İsrail’in Suriye sahasında artan askeri faaliyetleri ve İran merkezli güç mücadelesi, Türkiye’yi sahadan çekilmeye değil, daha dikkatli ve dengeli bir varlığa zorluyor.

Bu bağlamda Türkiye’nin attığı adımlar, çoğu zaman sert güçle sınırlı kalmıyor. Ankara, sahadaki askeri varlığını siyasi çözüm arayışları ve insani koridorlarla destekleyerek, bölgesel kaosun kalıcılaşmasını engellemeye çalışıyor. Bu yaklaşım, uluslararası sistemde nadir görülen bir denge anlayışını yansıtıyor: Gücün, sorumlulukla birlikte taşınması.

Türkiye’ye yönelik baskıların arttığı bir dönemde, ülke içinde birlik vurgusunun öne çıkması da bu çerçevenin tamamlayıcı bir parçası. İç toplumsal dayanıklılık, dış müdahale alanlarını daraltan en önemli faktörlerden biri olarak görülüyor. Bu nedenle Ankara’nın iç politikada kullandığı kapsayıcı dil, yalnızca ulusal değil, doğrudan stratejik bir tercih olarak öne çıkıyor.

Uluslararası gözlemciler için Türkiye’nin bugünkü konumu, klasik bir “bölgesel güç” tanımının ötesine geçiyor. Etki alanları genişleyen, kriz anlarında geri çekilmek yerine sorumluluk alan ve meşruiyet üretmeye çalışan bir aktör profili ortaya çıkıyor. Bu profil, zaman zaman eleştirilse de, bölgesel boşlukların hızla kaosa dönüştüğü bir dünyada giderek daha fazla önem kazanıyor.

Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tablo, büyüyen bir etkinin doğal sonuçlarını barındırıyor. Etki alanı genişleyen her aktör gibi Ankara da daha fazla sınanıyor, daha fazla baskıya maruz kalıyor. Ancak bu süreç, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası sistemde nasıl bir rol oynamak istediğine dair net bir yönelim de ortaya koyuyor.

Bugün Doğu Akdeniz’den Afrika Boynuzu’na, Suriye sahasından küresel diplomasi masalarına uzanan hatta Türkiye, yalnızca kendi çıkarlarını değil, istikrarı ve sürekliliği de hesaba katan bir aktör olarak konumlanıyor. Bu yaklaşım, kısa vadeli kazanımlardan çok uzun vadeli dengeyi önceleyen bir bakışın ürünü.

Ve belki de tam bu nedenle, Türkiye’nin attığı adımlar yalnızca güç politikası olarak değil; sorumluluk alan bir devlet aklının yansıması olarak okunmayı hak ediyor.

Kağan ARDA

Yorum bırakın