Bursa’ya Gelmeyen Tren: Peki Karadeniz Dağları Nasıl Geçildi?

Bursa’ya Gelmeyen Tren: Peki Karadeniz Dağları Nasıl Geçildi?

Türkiye, son 20 yılda ulaşım altyapısında devrim yaptı. Duble yollar, havalimanları, tüneller, köprüler… Yüz milyarlarca dolarlık yatırımların çoğu hayata geçti. Ülkenin dört bir yanında devasa projeler yükseldi. Ama hâlâ bir soru Bursa’nın içinde yankılanıyor: Neden bize hızlı tren gelmiyor?

Sanayide dev, ihracatta öncü, turizmde potansiyel sahibi bir kent olan Bursa hâlâ hızlı trenle İstanbul’a, Ankara’ya bağlı değil. Hani şu İstanbul-Ankara arasında 300 km/saatle giden tren var ya — Bursa hâlâ ona sadece uzaktan bakıyor. Ve kimse bu sorunun cevabını sahici biçimde vermiyor.

“Coğrafi zorluklar” deniyor. Evet, Bursa’nın çevresinde dağlar, vadiler, ormanlar var. Tünel açmak kolay değil, maliyetli. Ancak Karadeniz’de yapılanlara bakınca, bu argüman artık inandırıcılığını yitiriyor.

Mesela Zigana Tüneli… Trabzon-Gümüşhane yolu üzerinde 14,5 kilometrelik dev bir çift tüp tünel. Dağları delerek açıldı. Sadece bu tünelin maliyeti yaklaşık 530 milyon dolar (Karayolları Genel Müdürlüğü, 2023). Ovit Tüneli… Rize-Erzurum hattında, 14,3 kilometre uzunluğunda. En zorlu kayaç türleri, çığ riski, heyelan alanı… Ve tamamlandı. Yaklaşık 1,1 milyar dolara mal oldu (TCDD, 2022).

Havalimanları da buna dahil. Ordu-Giresun Havalimanı, deniz doldurularak inşa edildi. Tam 36 milyon ton taş döküldü. Maliyeti: 450 milyon dolar. Rize-Artvin Havalimanı: 2,2 milyar dolara mal oldu. Karadeniz’in dalgaları dindirildi ama Bursa’nın rayları döşenemedi.

Şimdi soralım: Bursa, Karadeniz dağlarından daha mı geçilmez?

Bursa’ya yapılacak hızlı tren hattı için en zorlu güzergâh Yenişehir – Osmaneli hattı. Arazi zorlu, doğru. Ama 80 kilometrelik bu hat için inşa edilmesi gereken tünel ve viyadük uzunluğu toplamda 20 kilometre civarında. Projenin toplam maliyeti yaklaşık 5 milyar dolar. Yani Karadeniz’e yapılan 2-3 büyük projeyle aynı düzeyde. Fakat fark şu: Oradaki projeler tamamlandı, Bursa’daki ise 12 yıldır başlamadı bile.

Türkiye’de km başına hızlı tren inşaatı maliyeti ortalama 50-70 milyon dolar. Bursa hattında bu değer, arazi yapısı nedeniyle 80-90 milyon dolara çıkıyor. Fakat uzmanlar bu hattın sağlayacağı ekonomik katkının, yıllık 600 milyon doların üzerinde olacağını belirtiyor (Türkiye Kalkınma Bankası, 2024). 8 yıl içinde yatırım kendini amorti edecek. Lojistikte, ihracatta, turizmde, iş gücünde çarpan etkisi çok daha fazla.

Ama mesele yalnızca ekonomi değil. Hızlı tren demek sadece bir ulaşım aracı değil. O tren geldiğinde Bursa-İstanbul arası 1 saatin altına iner. Gençler İstanbul’daki üniversitelere kolay erişim sağlar. İş dünyası için günübirlik toplantılar mümkün olur. Uludağ’a gelen turist sayısı %30-40 artar. Karayolu taşımacılığı azalır, karbon salımı düşer. Kısaca, Bursa’ya hızlı tren gelmesi, bu kentin yalnızca raylara değil, geleceğe bağlanması demektir.

Ancak ne yazık ki, 12 yılda 5 kez ihale edilen proje, 3 kez iptal edildi. Finansman sıkıntısı denildi. Sonra başka şehirlerde milyar dolarlık otoyollar inşa edildi. Bursa’da ise bekleyen yalnızca tren değil. Bekleyen bir kent var.

Bu, ulaşım politikalarında eşitsizliğin adeta haritaya çizilmiş hâli. Ve o haritada Bursa’nın üstü silik. Eğer bu yatırım hâlâ başlamıyorsa, sorun artık bütçede değil; iradededir.

Bugün bu yazıyı okuyan her Bursalı biliyor ki, bu kent trenini kaçırıyor. Ama mesele sadece ulaşım değil. Mesele; fırsat eşitliği, bölgesel adalet, planlama vizyonu. Karadeniz dağlarını delen irade, neden Uludağ’ın eteklerinde susuyor?

Belki de en acı olan şu: Bu sessizlik artık trenin gelmemesinden değil, gelmeyeceğine olan inançtan kaynaklanıyor. O yüzden bu yazı bir çağrı: Bu kent, yalnızca ray istemiyor. Bu kent, hakkını istiyor.

Kağan ARDA

Sessiz Bir Yeniden Konumlanma: Bahçeli’nin Kürt Açılımı ve Türkiye’nin Yeni Güvenlik Paradigması

Sessiz Bir Yeniden Konumlanma: Bahçeli’nin Kürt Açılımı ve Türkiye’nin Yeni Güvenlik Paradigması

2024 sonbaharında Türkiye siyasetinde ezber bozan bir gelişme yaşandı. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, yıllardır sert güvenlikçi politikalarla özdeşleşmiş bir figür olarak, kamuoyunda “Kürt açılımı” diye anılan yeni bir politik çıkışla Türkiye’nin gündemine oturdu. Ancak bu açılım, salt bir iç barış arayışı değil; Türkiye’nin dış politikada karşı karşıya kaldığı derin tehditlere karşı içeriden geliştirilen stratejik bir savunma hamlesiydi.

Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’teki grup konuşmasında PKK lideri Abdullah Öcalan’a yaptığı “örgütü feshet” çağrısı, Türkiye’nin terörle mücadelesinde yeni bir sayfanın açıldığını gösterdi. “Kürt kardeşlerimizle kucaklaşıyoruz” ifadesi ise, etnik temelli bir çözüm değil; eşit yurttaşlık temelinde bir ulusal bütünlük inşasının işaretiydi. “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu yoktur” cümlesi, bu yeni siyasi dilin Cumhuriyet’in temel ilkeleriyle çatışmadığını, aksine onları yeniden işler kılmayı hedeflediğini ortaya koydu.

Fakat bu açılımın zamansal bağlamı, onu sadece iç siyasetin değil, bölgesel jeopolitiğin de konusu haline getiriyor. 7 Ekim 2023’te başlayan Hamas-İsrail savaşı, yalnızca Filistin topraklarını değil, bütün Orta Doğu’yu yeni bir vekalet savaşları sarmalına sürükledi. İsrail’in 2024 yılı boyunca Suriye’de İran destekli unsurlara yönelik gerçekleştirdiği 200’ün üzerindeki hava saldırısı (SOHR, 2024), Türkiye’nin sınır güvenliği açısından doğrudan bir tehdit anlamına geliyor. Özellikle kuzey Suriye’de Türkiye’ye komşu YPG varlığına yönelik açık Amerikan ve İsrail destekleri, Ankara’yı savunma pozisyonundan çıkararak caydırıcı refleksler geliştirmeye zorladı.

Bu noktada, Türkiye’nin Kürt vatandaşlarıyla kurduğu yeni ilişki dili, dış müdahalelere karşı içeriden bir milli bağışıklık sistemi kurmanın da aracı. Türkiye, Kürt meselesini iç barış perspektifinden değil, artık doğrudan bir milli güvenlik meselesi olarak okuyor. ABD destekli YPG’nin kontrolündeki bölgelerde günlük 100.000 varil petrol üretimi (Energy Intelligence, 2024), bu yapıların ekonomik ve askeri özerklik kazanmasını sağlarken; Türkiye ise Kürt toplumunu devlet çatısı altında tutarak bölgesel kırılmayı engellemeyi hedefliyor.

Ancak asıl dikkat çekici gelişme, Türkiye ile İsrail arasında hızla tırmanan gerilimdir. Bahçeli’nin çıkışı, aynı zamanda bu eksende yaşanabilecek muhtemel çatışmalara hazırlık olarak da okunmalıdır. Türkiye’nin İsrail’e karşı sadece söylem düzeyinde değil, ekonomik ve askeri düzeyde de sertleşen bir strateji izlemeye başladığı görülüyor. 2023-2024 yıllarında Türkiye’nin savunma harcamaları %30 artarak 52 milyar dolara ulaştı (SIPRI, 2024). Aynı dönemde Türkiye-İsrail ticareti TÜİK verilerine göre %50 oranında geriledi. Bu veriler, sadece diplomatik değil, açık bir cepheleşmenin zeminlerinin oluştuğuna işaret ediyor.

Ankara’nın İran’la son dönemde artırdığı istihbarat ve güvenlik iş birliği mesajları, Türkiye’nin bölgede yeni bir eksene doğru kaydığını da gösteriyor. İran destekli unsurlara yönelik İsrail saldırılarının Türkiye sınırına bu kadar yaklaşması, yalnızca Suriye özelinde değil, Doğu Akdeniz ve Kuzey Irak’ta da bir sıcak çatışma senaryosunu giderek daha muhtemel kılıyor. Bu durum, Türkiye’nin klasik diplomatik dengeleme siyasetinden çok, çok yönlü bir askeri hazırlık ve iç güvenlik tahkimi stratejisine yöneldiğini gösteriyor.

Bahçeli’nin açılımı işte bu kritik denklemde konumlanıyor: PKK’ya karşı elde edilen askeri üstünlük, şimdi iç politikaya taşınıyor. Öcalan üzerinden yapılan çağrı, sembolik bir alanı hedeflese de, esasen devletin inisiyatif aldığı bir süreç olarak yürütülüyor. Kandil’deki örgüt liderliğinin daha radikal ve bağımsız bir çizgiye evrilmiş olması, çözümün doğrudan halkla kurulacak bağlarda aranacağını gösteriyor.

Neticede Türkiye, yalnızca içeride terör tehdidini minimize etmek için değil; dışarıdan gelebilecek jeopolitik müdahalelere karşı iç cephesini yeniden sağlamlaştırmak için bu süreci başlatmıştır. Çünkü Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tablo artık çok daha karmaşık: Suriye’de ABD destekli Kürt yapılanmaları, İsrail’in İran’a karşı genişleyen vekalet savaşı, İsrail-Türkiye geriliminin sertleşmesi ve doğrudan çatışma ihtimallerinin giderek artması. Bu tehdit haritası, devletin iç yapısını yeniden konsolide etmesini zorunlu kılıyor.

Sonuç olarak, Bahçeli’nin Kürt açılımı, klasik anlamda bir etnik uzlaşı değil; Türkiye’nin milli güvenliğini içeriden yeniden inşa etmeye yönelik kapsamlı bir stratejik hamledir. Bu strateji, hem PKK gibi ayrılıkçı yapıların etkisizleştirilmesini, hem de dış güçlerin Kürt kartı üzerinden Türkiye’yi kuşatma girişimlerinin boşa çıkarılmasını hedefliyor. Başarı, sürecin halkla kuracağı güven ilişkisine, şeffaflığa ve devletin iradesine bağlı olacak. Ancak şurası açık: Bu açılım, Türkiye’nin sadece iç huzurunu değil, dış savunma kapasitesini de güçlendiren çok katmanlı bir güvenlik reformudur.

Bu, artık bir “çözüm süreci” değil; bir “milli bekâ süreci”dir.

“Bir milletin asıl cephesi, kalbindeki birliktir; dışarıdan gelen her kurşun, önce içerideki safları yoklar.”

Kağan ARDA

ABD’nin Esareti: İsrail Lobisinin Washington’u Kademe Kademe Ele Geçirişi

ABD’nin Esareti: İsrail Lobisinin Washington’u Kademe Kademe Ele Geçirişi

Amerika Birleşik Devletleri, bir zamanlar özgürlük ve bağımsızlık kalesi olarak görülen bir süper güç, bugün İsrail lobisinin gölgesinde bir kuklaya dönüştü. Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC), Hristiyan Siyonist fanatizmi ve dolar baronlarının kurduğu karanlık ağ, ABD’nin siyasetini, dış politikasını, medyasını ve kampüslerini Tel Aviv’in çıkarlarına zincirledi. “Özgür dünya lideri” masalı, İsrail’in bölgesel hegemonya hırsı karşısında yalan oldu. Washington, kademe kademe esir alınarak İsrail’in savaş arabasına koşulan bir taşeron devlete dönüştü; bu süreç, on yıllardır sinsice işleyen bir teslimiyetin hikâyesi.

Esaretin Kökleri: Lobinin Yavaş Yavaş Yükselişi

İsrail lobisinin ABD üzerindeki etkisi, 1948’de İsrail’in kuruluşundan bu yana kurnazca örüldü. 1950’lerde AIPAC’in temelleri atıldığında lobi henüz mütevazı bir baskı grubuydu. Ancak Soğuk Savaş yıllarında, İsrail’i Ortadoğu’da stratejik bir müttefik olarak konumlandıran ABD, lobinin etkisine kapıyı araladı. 1967 Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail’e askeri yardımlar katlanarak arttı; 1970’lerde yıllık 100 milyon dolar olan yardım, 1980’lere gelindiğinde milyarlara sıçradı. AIPAC, bu dönemde Kongre’yi avucuna aldı, İsrail’e eleştiri getiren vekilleri finansal ve siyasi linçle susturdu. 1990’larda Oslo Barış Süreci’ni baltalamak için lobi, Clinton yönetimini baskı altına aldı; Filistin’in hakları, İsrail’in güvenlik kaygıları uğruna feda edildi. Bu, ABD’nin iradesinin adım adım teslim alınışının başlangıcıydı.

Trump: Beyaz Saray’da Tel Aviv’in Vekilharcı

Donald Trump’ın 2017-2021 başkanlığı, bu esaretin altın çağıydı. AIPAC’in milyonlarca dolarlık bağışları ve Hristiyan Siyonistlerin sandıklardaki desteği, Trump’ı Beyaz Saray’a taşıdı. Karşılığında, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etti (2017), Golan Tepeleri’ni hediye etti (2019) ve İran nükleer anlaşmasını çöpe attı (2018). Eski bir Beyaz Saray yetkilisi, adını gizleyerek, “Ortadoğu politikalarımız Tel Aviv’in emirleriyle yazıldı.” itirafında bulundu. Trump’ın kabinesi — Jared Kushner, Mike Pompeo ve diğerleri — İsrail’in notalarını çalan bir orkestraydı. 2020 Abraham Anlaşmaları, Suudi Arabistan ve BAE’yi İsrail’in kucağına iterken, 2025’te Ürdün ve Katar’ı da kapsayan bu süreç, Filistin’in haklarını ezerek ABD diplomasisini İsrail’in hegemonya rüyasına adadı. Bu, lobinin ABD’yi bir vekil devlete dönüştürme projesinin doruk noktasıydı.

Kongre: AIPAC’in Sopası Altında

AIPAC’in Kongre üzerindeki kırbacı, Amerikan demokrasisini boğuyor. Lobi, 1980’lerden itibaren bağışlarla vekilleri satın aldı; 2000’lerde bu, açık bir şantaja dönüştü. 2024 seçimlerinde, İsrail’e laf eden New York vekili Jamaal Bowman, AIPAC’in 14 milyon dolarlık linç kampanyasıyla koltuğunu kaybetti. Senatörler ve vekiller, “antisemitizm” yaftasından korkarak İsrail’e sadakat yemini ediyor. Bir Kongre çalışanı, “AIPAC’in gölgesi, bağımsız düşünceyi yok ediyor.” diye isyan etti. Bu baskı, Amerikan iradesini gasp eden bir demir yumruk; her geçen yıl Kongre, Tel Aviv’in uydusu hâline geliyor.

Savaş Makinesi: ABD, İsrail’in Tetikçisi

Dış politikada ABD, İsrail’in tetikçisi hâline geldi. 2000’lerde Irak işgali, İsrail’in bölgesel rakiplerini zayıflatma stratejisine hizmet etti. 2010’larda Suriye’deki kaos, İsrail’in Hizbullah’ı çevreleme planına destek için uzatıldı. 2025’te İran’daki Fordo, Natanz ve İsfahan nükleer tesislerine düzenlenen ABD-İsrail ortak saldırıları, Washington’un Tel Aviv’in savaş makinesine nasıl entegre olduğunu kanıtladı. Bu saldırılar, ABD’yi Rusya ve Çin’le nükleer bir kumarın eşiğine getirdi — tamamen İsrail’in bölgesel üstünlüğü için. Suriye’de Amerikan askerleri, Hizbullah’ı İsrail adına köşeye sıkıştırmak için hedef tahtası. 2024’te üslere saldırılar artsa da Pentagon, Tel Aviv’in emriyle geri adım atmıyor; bu durum NATO müttefiklerini bile çileden çıkarıyor. ABD, her geçen yıl İsrail’in savaşlarına daha derinden gömülüyor.

Filistin’e Zincir, Özgürlüğe Balta

İsrail’in Filistin’deki zulmüne kalkan olan ABD, ifade özgürlüğünü baltalıyor. 2000’lerde başlayan “antisemitizm” suçlamaları, 2010’larda BDS hareketine karşı yasalarla kurumsallaştı. 2025 itibarıyla 37 eyalette bu yasalar, İsrail’i eleştirenleri işsiz bırakıyor, susturuyor. Columbia, UCLA ve diğer kampüslerde 2023-2025 arasında Filistin için yükselen genç öfkesi, coplar ve “antisemitizm” yaftalarıyla eziliyor. ADL ve AIPAC, bu direnişi boğmak için her yolu deniyor. Medya, lobinin megafonu: CNN ve New York Times, İsrail’in Gazze’deki katliamlarını “savunma” diye yuttururken, 2024’te 40 bin sivilin öldüğü raporları karartıyor. Sosyal medya bile sansür kıskacında; gerçekler X’te gömülüyor. Her yıl ifade özgürlüğü biraz daha eriyor.

Yahudi İsyanı: Tek Ses Kırılıyor

Yahudi toplumu içinde çatlaklar büyüyor. 2010’larda J Street ve IfNotNow gibi gruplar, AIPAC’in şahinliğini reddetmeye başladı. Genç Yahudiler, “İsrail’in suçları bizim adımıza işlenmesin.” diyerek Filistin’in haklarını haykırıyor, lobinin tek sesliliğine kafa tutuyor. Bu isyan, lobinin mutlak kontrolüne karşı bir umut ışığı.

Amerika’nın Cebinden İsrail’e Milyarlar

Ekonomik olarak, ABD’nin cebi İsrail’e çalışıyor. 1970’lerde başlayan askeri yardımlar, 2025’te yıllık 4,2 milyar dolara ulaştı — dünyada eşi benzeri yok. Bu paralar, Gazze’yi bombalayan füzelere, Batı Şeria’yı işgal eden tanklara dönüşüyor. Amerikan okulları, hastaneleri çökerken vergi mükellefinin parası İsrail’in savaş makinesine akıyor. Ticaret anlaşmaları, Amerikan işçisini değil, Elbit Systems gibi İsrailli savunma devlerini zengin ediyor. Her yıl bu ekonomik esaret derinleşiyor.

“Ne Bir ulusun iradesi, başka bir devletin gölgesinde kaybolduğunda, özgürlük sadece bir kelime olur.”

Kağan ARDA

Liderlik Boşluğu ve Türkiye’nin İslam Dünyasındaki Stratejik Konumu

Liderlik Boşluğu ve Türkiye’nin İslam Dünyasındaki Stratejik Konumu

Yaklaşık iki milyar kişilik nüfusa, devasa enerji kaynaklarına ve kadim bir medeniyet mirasına sahip İslam dünyası, teoride küresel ölçekte etkili bir aktör olabilecek tüm unsurlara sahip. Fakat bu potansiyel, on yıllardır siyasi bütünlük, kurumsal dayanıklılık ve ortak vizyon eksikliği nedeniyle atıl durumda kalıyor. Mezhep temelli bölünmeler, dış müdahalelere açık devlet yapıları ve yapısal kırılganlıklar, İslam dünyasının ortak hareket kabiliyetini sınırlıyor. Bugün bu eksiklik, yalnızca siyasi liderlikte değil; bilim, eğitim, medya ve savunma gibi alanlarda da gözle görülür bir dağınıklık olarak kendini gösteriyor.

Bu çok katmanlı krizin merkezinde ise siyasi temsil sorunu bulunuyor. 1924’te hilafetin kaldırılmasından bu yana, İslam dünyası hem sembolik hem de fonksiyonel anlamda liderlikten mahrum. İran’ın dış politikası ideolojik çizgilerle sınırlandığı için bölgesel uzlaşı kuramıyor. Suudi Arabistan, son yıllarda reformist bir imaj çizse de, geleneksel statükocu yaklaşımından tam anlamıyla uzaklaşabilmiş değil. Mısır ise, iç siyasi istikrarsızlık ve ekonomik darboğazlar nedeniyle bölgesel etkisini büyük ölçüde kaybetti. Öte yandan, İslam İşbirliği Teşkilatı (OIC) gibi kurumlar, bu boşluğu doldurmaktan oldukça uzak; kriz anlarında alınamayan net tutumlar, bu tür yapıların meşruiyetini zayıflatıyor.

Bu tablo içerisinde öne çıkan aktör ise Türkiye. Hem tarihsel mirası hem de son yıllarda izlediği proaktif dış politika ile Türkiye, İslam dünyasında giderek artan bir ilgi ve beklentinin merkezi haline geliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde yürütülen dış politika; yalnızca Batı ile ilişkileri yeniden tanımlamakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’yi Afrika’dan Güney Asya’ya, Balkanlar’dan Orta Doğu’ya kadar uzanan bir kuşakta “temsil” gücüne sahip bir aktör konumuna taşıdı.

Filistin meselesinde Birleşmiş Milletler düzeyinde yürütülen diplomatik girişimler; Arakan, Doğu Türkistan ve Somali gibi kriz bölgelerinde Türkiye’nin gösterdiği insani duyarlılık; uluslararası kamuoyunda Türkiye’yi yalnızca bir devlet olarak değil, bir “vicdan” temsilcisi olarak da konumlandırıyor. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), 2024 sonu itibarıyla yalnızca Afrika’da 11 yeni kalkınma ofisi açtı; toplam yardım hacmi 1,2 milyar doları geçti. Bu, Türkiye’yi Çin ve ABD’nin ardından kıtada en fazla insani yardım sağlayan üçüncü ülke yapıyor.

Savunma sanayi ise Türkiye’nin stratejik güvenilirliğini pekiştirdiği bir başka alan. Baykar, ASELSAN ve Roketsan gibi şirketlerin geliştirdiği yerli savunma teknolojileri, sadece iç güvenlik kapasitesini artırmakla kalmadı; aynı zamanda Katar, Azerbaycan, Pakistan, Endonezya ve Türkmenistan gibi ülkelerle kurulan askeri iş birlikleri sayesinde Türkiye’yi bölgesel güvenlik mimarisinde kilit bir oyuncu haline getirdi. Savunma Sanayii Başkanlığı’nın 2025 ilk çeyrek verilerine göre, Türkiye’nin savunma ihracatı 6,3 milyar dolara ulaşarak tüm zamanların rekorunu kırdı.

Ekonomik göstergeler de bu diplomatik ve stratejik yükselişi destekliyor. IMF’nin Nisan 2025 Dünya Ekonomik Görünüm raporuna göre, Türkiye’nin 2024 yılı Gayri Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH) 1,24 trilyon dolara ulaştı. Bu, Türkiye’yi Suudi Arabistan (1,33 trilyon $) ve Endonezya (1,51 trilyon $) ile birlikte İslam dünyasının en büyük üç ekonomisinden biri yapıyor. İstanbul Finans Merkezi’nin açılmasıyla birlikte, Körfez sermayesiyle kurulan ilişkiler derinleşti; 2024 sonu itibarıyla yalnızca BAE merkezli fonlar tarafından Türkiye’ye yönlendirilen yatırım miktarı 9,6 milyar dolara ulaştı.

Yumuşak güç unsurları da göz ardı edilemeyecek seviyede. Türkiye Bursları programı çerçevesinde 2024’te 180 ülkeden 19.000 öğrenci Türkiye’de eğitim aldı. Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya ülkelerinden geliyor. Ayrıca, TRT World, TRT Arabi ve Anadolu Ajansı’nın Arapça, Fransızca, Svahili ve Urduca içerikleri, Türkiye’nin medya etkisini küresel ölçekte genişletiyor. Arap sosyal medya analiz platformu SocialPalestine’ın 2025 raporuna göre, Türkiye; Mısır, Suudi Arabistan ve Fas’ta genç kullanıcılar arasında en çok takip edilen yabancı ülke konumunda.

Tüm bu gelişmeler, Türkiye’yi yalnızca kendi çıkarlarını gözeten bir ulusal aktör değil, aynı zamanda İslam dünyasında “kolektif temsil” iddiası taşıyan bir lider adayına dönüştürüyor. Tunuslu siyaset bilimci Dr. Hichem Marzouki’nin ifadesiyle, “Türkiye, ümmet fikrini romantik bir ideolojiden, stratejik bir kapasiteye dönüştürüyor.”

Ancak bu yükseliş, zorluklardan azade değil. Türkiye hâlâ yüksek enflasyon, gelir dağılımı eşitsizliği ve siyasi kutuplaşma gibi iç sorunlarla boğuşuyor. Ayrıca, ABD, Rusya, Çin gibi büyük güçlerin nüfuz alanlarına müdahil olmanın getirdiği jeopolitik riskler, Ankara’nın dikkatli bir denge siyaseti yürütmesini zorunlu kılıyor. Ortadoğu’daki istikrarsızlık, Gazze’deki gelişmeler ve İran-Suudi rekabetinin dinamikleri de Türkiye’nin hareket alanını zaman zaman daraltabiliyor.

Yine de Türkiye’nin tarihsel devlet tecrübesi, kurumsal kapasitesi, askeri gücü ve kültürel sermayesi bu zorlukları aşma iradesini destekliyor. Artık mesele yalnızca “güçlü olmak” değil; bu gücü nasıl kullandığıyla ilgili. Türkiye’nin önünde iki yol var: Ya bölgesel ölçekte sınırlı etkili bir güç olarak kalacak ya da İslam dünyasında koordinasyon, temsil ve stratejik dayanışmayı mümkün kılacak yeni bir vizyonun taşıyıcısı olacak.

Bu noktada mesele artık bir ihtimal değil; sahadaki verilerle desteklenen bir olasılığın yönetimi meselesi.

Türkiye sadece yükseliyor mu, yoksa tarihsel bir sorumluluğun eşiğinde mi?

“Güç, onu nasıl kullandığınla anlam kazanır; yönü olmayan kudret, yalnızca gölgedir.”

Kağan Arda

Ateşin Gölgesinde: Ortadoğu’da Dansın Son Perdesi

Ateşin Gölgesinde: Ortadoğu’da Dansın Son Perdesi

“Ortadoğu fısıldamaz, haykırır. Ve şimdi haykırışlar, top seslerine karışıyor.”

18 Haziran 2025. Ortadoğu’nun yazı, ne çiçek kokusu ne de umut taşıyor. Diplomasinin narin adımları, yıllardır gerilen bir ipte sendeleyerek nihayet düştü. İran ile İsrail arasındaki nükleer gölgeli gerilim, artık bir satranç tahtasında değil, füze menzillerinde oynanıyor. Türkiye ise bu kaosun göbeğinde; bir elinde zeytin dalı, diğerinde kalkan, ateşten bir denge kurmaya çalışıyor.

Savaşın Kıvılcımı: Natanz’dan Yükselen Duman

Gece saat 02:14. Natanz semalarında bir parıltı yükseldi. İran hava savunması, gökyüzünü delik deşik ederken, yerin altındaki uranyum zenginleştirme santrali bir kez daha dünya tarihinin odak noktası oldu.

Her şey, İsrail’in İran’ın Natanz nükleer tesisine düzenlediği bu hava saldırısıyla alevlendi. Tahran, misilleme olarak gökyüzünü 200’ü aşkın füze ve SİHA ile kararttı. İsrail, jetlerini bir kez daha havalandırarak yanıt verdi. Diplomasi, toz bulutları arasında kayboldu; geriye sadece sirenlerin yankısı kaldı.

Bu, yalnızca iki ülke arasındaki bir hesaplaşma değil. İran’ın nükleer zenginleştirme oranı %90’a tırmanırken, Hizbullah’ın Lübnan sınırındaki hareketliliği, Husilerin Kızıldeniz’deki saldırıları ve Devrim Muhafızları’nın Suriye’deki manevraları, çatışmanın bölgesel bir yangına dönüştüğünü gösteriyor. İsrail ise “tehdit doktrini’ni sahaya sürüyor: Önleyici vuruşlarla İran’ın nükleer hayallerini yerle bir etmeye kararlı.

Türkiye: İp Cambazı Diplomasisi

Ankara, bu ateş çemberinde cambaz gibi yürüyor. 2023’te İsrail’le başlayan normalleşme, stratejik bir köprü kurdu; ancak İran’la ekonomik ve güvenlik bağları da bir o kadar kritik. Cumhurbaşkanı Erdoğan, son bir haftada Washington’dan Doha’ya, Abu Dabi’den Moskova’ya uzanan telefon trafiğiyle bir arabuluculuk ağı örüyor. Amaç, barışın sesini duyurabilecek tek aktör olmak.

Ne var ki, bu denge kırılgan. Suriye’de İran yanlısı milislerin hareketliliği, sınırlarımızda yeni bir göç dalgasını tetikliyor. Irak’taki istikrarsızlık, Türkiye’nin enerji güvenliğini tehdit ediyor. Türkiye’de kamuoyu, savaş korkusuyla ekonomideki kırılganlığı daha da derinden hissediyor. Toplum, barışın bedelini değil, savaşın faturasını konuşuyor. Ankara, barışın şairi olmaya çalışıyor; ama roketlerin gölgesinde şiir yazmak, kalemden çok cesaret ister.

Tahran: İçeride Çöküş, Dışarıda Meydan Okuma

İran, içeride protestoların ve ekonomik çöküntünün pençesinde. Rejim, halkın öfkesini “dış düşman” anlatısıyla bastırmaya çalışıyor. Nükleer program, artık bir savunma kalkanı değil, bir savaş kılıcı. %90 zenginleştirme, sadece İsrail için değil, Batı için de kırmızı çizgi. Tahran, bu çizgiyi aşarak hem varlığını hem de bölgesel vekâlet savaşlarını alevlendiriyor. Ama bu strateji, içindeki kırılganlıkları da derinleştiriyor.

Tel Aviv: Kararlılık mı, Çaresizlik mi?

İsrail, savunma refleksini saldırıya çevirdi. Netanyahu, “İran’ın nükleer silahına izin vermeyiz” sözünü sahada ispatlıyor. Ancak içeride tablo karışık. Gazze’de süren insani kriz, binlerce İsrailliyi “savaşa hayır” diye sokaklara döktü. Askeri kanat içinde farklı görüşler ses yükseltiyor, koalisyon ise her geçen gün biraz daha çatırdıyor. Yeni bir cephe, sadece stratejik değil, ahlaki bir sınav da yaratıyor.

Washington: Uzaktan Satranç, Yakından Sessizlik

ABD, her zamanki gibi sahneye mesafeli. Trump yönetimi, İsrail’e “şartsız destek” sözü verse de, doğrudan müdahaleden kaçınıyor. Dışişleri Bakanı Blinken’ın “Türkiye’nin arabuluculuğu kritik” açıklaması, Ankara’ya yeşil ışık yakıyor. Ancak MAGA hareketinin savaş karşıtı duruşu ve iç siyasi çalkantılar, ABD’nin dış politikada elini zayıflatıyor. Washington, taşları oynatıyor ama satranç tahtası çoktan alev aldı.

Son Perde: Barış mı, Yıkım mı?

Türkiye, ateşle barış arasında bir köprü kurmaya çalışıyor. Bu, ya diplomasinin zaferi olacak ya da ağır bir imtihan. Ortadoğu’da haritalar kağıt üzerinde çizilmez; sınırlar, füzelerin menziliyle belirlenir.

Soru şu:
Türkiye, bu yangında barışın sesi mi olacak, yoksa alevlerin içine mi çekilecek?
Yoksa her iki ihtimal de çoktan iç içe mi geçti?

Tarih, cevabı yazmak için bekliyor.
Ama Ortadoğu’da bir gece, bir ömre bedel.
Ve bu gece, barut kokuyor.

Barış, ateşten bir çiçek. Ama onu koparmak, cesaretin ötesinde bir sanat ister.

Kağan ARDA

Sahanda Yumurta Tadında

Türkiye’de yumurta olmak:
Ülkemizde geçen yıl günde ortalama 45.000.000 yumurta tüketildi. Bu rakama göre, saniyede 523 yumurta tüketimi gerçekleşti. 

Türkiye’de kişi başı yılda tüketilen yumurta sayısı 194 adettir.
Bununla beraber anne sütünden sonra insanın ihtiyacı olan tüm besin ögelerini içeren önemli bir protein kaynağı olan yumurtayı üreterek insanların sağlıklı beslenmesine katkı sağlamaktadır. Yumurta proteini, amino asitlerin tamamını yeterli oranda içeren, kolay sindirilebilen ve %100 vücut proteinlerine dönüşebilen üstün kaliteli besin maddesi kaynağıdır.

YUM-BİR verilerine göre 23 Ekim tarihinin sonunda boylarına ve rengine göre yumurta adet fiyatları şöyle oluştu:

BOYUT BEYAZ (KURUŞ) || KAHVE (KURUŞ) 

XL – Çok Büyük 0,255 | 0,275

L – Büyük 0,250 | 0,270 

M – Orta 0,240 | 0,260 

S – Küçük 0,210 | 0,230

Yumurta çeşitleri;

1- Klavuz: 42 – 48 gr ağırlığındaki yumurtalardır.

2- Piliç: 48 – 53 gr ağırlığındaki yumurtalardır.

3- Yarka: 53 – 58 gr ağırlığındaki yumurtalardır.Klavuz, piliç ve yarka yumurtaları 24. hafta evresine kadar olan tavuklardan elde edilir.

4- Yeni Ana: 58 – 62 gr ağırlığındaki yumurtalardır.

5- Eski Ana: 62 – 67 gr ağırlığındaki yumurtalardır.Yeni ana ve eski ana yumurtaları 24. hafta ve 34. hafta arası evrede tavuklardan elde edilir.

6- Duble: 67 gr ve üstü ağırlığındaki yumurtalardır. Duble yumurta 34. hafta ve daha ileri evresinde olan tavuklardan elde edilir.

Türkiye’de yumurta sektörü son yıllarda göstermiş olduğu ilerleme ile Dünyanın dikkatini çekmekte ve dünya yumurta üretimi içerisinde konumunu korumaktadır. Yumurta sektörü 2014 Yılı itibariyle 1046 adet işletme sayısı, 3 141 adet kümes sayısı, 17 607 milyar adet üretim ve 4 649 milyar adete ulaşan ihracat rakamıyla sürekli gelişme ve büyüme yolundadır. İhracatın üretimdeki payı ise 2014 yılında %26.40’a ulaşmış durumdadır. 

Yumurta sektörü yaklaşık olarak 4 milyar TL ciro ve 100.000 kişiye doğrudan ve dolaylı istihdam sağlayarak Ülke ekonomisine önemli katkı sağlamaktadır.  

Kimine sıradan kimine ilginç internetten topladığım ve çıkardığım bilgiler birleşimim. Malum espiriyi atlamadan, geçemeyeceğim. Mutlaka sahandan yumurta yemişsindir peki deplasmanda yedin mi?  

Sonuç olarak; Taşta yumurtanın üstüne düşse, yumurta da taşın üstüne düşse, olan yine yumurtaya olur. Rum Atasözü

Kaynaklar

Türkiye İstatistik Kurumu, 2014-2016 Verileri Yumurta Üreticileri Merkez Birliği, 2013-2017 Sektör Verileri